ŞİZOFRENİ

Şizofreni Tarihi

Eski çağ Sanskrit metinlerive Hipokrat okuluna bağlı eski Yunan hekimlerine ait metinlerde bugün tanımladığımız şizofreniye benzer nitelikte semptomlara sahip olan ruh hastalarından söz edildiği bilinmektedir.

Orta Çağ Avrupası’nda içine şeytanın girdiği yahut şeytanın hükmü altında olduğu söylenen zavallılar da muhtemelen bugün şizofreni hastası olarak tanımlanabilecek kişilerdi.

Bu hastalığa dair metinlere bakıldığında 17.yy’da Willis’in 18. yy’da ise Pinel’in kaleme aldığı bazı yazılar olduğu görülmekle birlikte sözü geçen yazarların hastalığa dair bilgilerinin oldukça kısıtlı olduğu görülmektedir.

18. yy metinlerine bakıldığında İngiltere’de John Haslam ve George Man’ın başlangıç dönemini gençlik çağı olarak belirledikleri, düşünce bozuklukları ve içe kapanma süreciyle giden, endojen (içsel kökenli) ancak adlandıramadıkları bir bozukluktan söz ettikleri görülmektedir. Her ne kadar Haslam ve Man şizofreninin isimlendirilme sürecinde bir katkıda bulanamamış olsalar da, ikilinin günümüz kriterlerine çok benzer özellikler belirledikleri “adsız bozukluk”larıyla alana önemli bir katkıda bulundukları aşikardır.

“Demence precoce” (erken bunama) teriminin ilk kullanıcısı Morel (1860)’tır. 1871’de Hecker “hebefreniyi”, 1874’te ise Kahlbaum “tatatoni”yi tanımlamıştır. Tanımsal süreçteki bu gelişmelerin akabininde 1896’da Alman ruh hekimi Kraeplin bu iki hastalık tipine paranoid ve basit tipleri de eklemiş ve hepsini “dementia praecox” tanısı altında bir araya getirişmiştir. Kraeplin Haslam ve Man ile benzer şekilde hastalığa dair özelliklerde, erken başlama ve bunamayı ön sıraya koymuştur.

Kraeplin’den sonra şizofreni alanındaki diğer önemli çıkış 1911’de yayınladığı “Dementia Praecox ya da Şizofreniler Grubu” adlı kitabı ile şizofreni literatüründe yeni bi çığır açan Eugen Bleuler tarafından yapılmıştır. Bleuler, erken yaşta başlama ve bunama ile sonuçlanma özelliklerinin şizofreniye ilişkin belirtiler olduğu ancak kesin tanı için gerekli yahut zorunlu olmadıklarını belirtmiştir. Bleuler hastalıkta kişinin ruhsal yaşamında bir yarılma (schisme) meydana geldiğini belirtip bu noktanın vurgulanması gerektiğini öne sürerek “schizophrenia” yani zihin yarılması adını önererek, günümüzde halen kullandığımız şizofreni kelimesine isim babalığı yapmıştır.

Şizofreni Nedir?

Şizofreni genellikle genç yaşta başlayan ve bireyin kişiler arasındaki ilişkilerinden ve gerçeklikten uzaklaşmasına neden olan bir organik beyin bozukluğudur. Hastalığın açığa çıkmasıyla birey kendine özgü bir içe-kapanım dünyasına girer. Algılama, düşünme ve davranışlarda ciddi bozukluklar oluşur. Kadınlarda başlangıç yaşı daha geçtir ve erkeklere göre iyi gidiş gösterirler. Kadınlarda genelde 25-35 yaş aralığında, erkeklerde ise 15-25 yaş aralığında başlangıç görünür. Şizofreni hastalarının yaşam süresi diğer bireylere oranla ortalama %20 daha kısadır.

Şizofreninin başlangıcında verdiği belirtiler hakkında kesin bir şey söylemek oldukça güçtür. Bazı belirli obsesif-kompulsif nevroz gibi (korkular, zorlantılar, dinsel uğraşlar) veya somatik şikayetlerle (yorgunluk, halsizlik) başlayabilir. Sık görülen başlangıç dönemi semptomları ise; dikkat dağınıklığı, kendi bedeni ve kendi düşünceleri ile aşırı uğraşma, ilgi azalması, zaman akışına aldırmazlık, vurdum duymazlık,çekingenlik/donuk görünümdür. Şizofreni hastalarının genellikle hastalık öncesinde de içe-dönük, sessiz, arkadaşı az, yalnızlığı yeğleyen, garip, ilgileri sınırlı, güvensiz kişiler oldukları görülmektedir. Eğer bireyde hastalığa yakalanmadan önce canlılık, dışadönüklük, uyumlu kişilik özellikleri olduğu öğrenilirse geçici şizofreniform psikoz, duygu durum bozukluğu ihtimali göz önünde bulundurulmalıdır.

Şizofreni hastalığı bireyin ötekilerle kurduğu ilişkiden, konuşma biçimine kadar hayatının pek çok yönüne yaygın etkide bulunur. Hastaların ses tonları genellikle tek düzedir, duygularını belli etmezler, konuşma güçlüğü çekebilirler, düşüncelerindeki dağınıklık ve bozukluk konuşmalarına fazlasıyla yansır. İlişki kurma ve konuşmayı bariz bir şekilde etkileyen klasik neden duygu azalmasıdır. Ama bu durum onların duygusuz olduğunu, üzülüp acı çekmediğini anlamına gelmez. Hatta bu kişilerin hastalığın başlangıç döneminde yüksek düzeyde bunaltı duygusuyla boğuştukları bilinmektedir. Zaman zaman bunaltı panik benzeri görünümler alabilir.

Şizofrenide algılamada ciddi bozukluklar görülürken algıda artma, keskin algılama olabilir mi ?

Taşkın ve paranoid özellikler gösteren hastalarda bu mümkündür. Önemli algı bozuklukları varsanılar (halüsinasyonlar: uyarı yokken bir algının olması.) ve yansılsamalardır.

Şizofreni hastası olan her birey halüsinasyonlara göre davranmadığını bilmek önemlidir. Ama sesler ve görüntülerle ilgileniyor, onlara cevap veriyor gibi görünebilirler. Normalde görünen şeylerde de bir yanılsamalar mevcut olabilir. Örneğin; karanlıkta duran buzdolabını peşinden koşabilecek bir hayalet olarak algılayabilirler. Bu yansılsamalar hipokondriyak, mistik, metafizik uğraşılar, çeşitli saplantılar, çocukluk çağına ilişkin garip anılara bağlı olabilir. Gerçeği değerlendirme yetisi , bireyin kendi zihninde olanlarla dışarı dünyada olanları ayırt edebilme yetisidir. Şizofreni hastaları zihnindeki korkulara, somut bir nitelik kazandırarak gerçeğe dönüştürebilirler. Daha doğrusu bu bireylerde özelde bedeni içi/dışı arasındaki sınırların kaybı genelde soyut/somut ayrımını yok eder yahut önemli düzeyde bozar.

Bedendeki fizyolojik belirtileri yani fiziksel bulguları genelde normaldir. Uykusuzluk genel çerçevede sıklıkla görülür ama şikayet edilmez. Cinsel isteksizlik ve güçsüzlük görülebilir.

Şizofreninin Temel Belirtileri

Duygulanımda bozukluk:  aşırı aldırmazlık, ilgisizlik, dengesizlik.

Çağrışımlarda bozukluk:  çağrışımlarda düzensizlik ve sürekliliğin bozulması.

Ambivalans:  bireyde birbirine karşı duygu ve eğilimlerin aynı şekilde bulunuşu.

Otizm:  gerçek dünya ile ilişkiyi azaltarak ya da keserek kendine göre bir iç dünya kurmak ve o dünyanın kurallarına, gereksinimlerine göre yaşamak.

Şizofreni Türleri

Paranoid Tür

Düşünce içeriğinde bozukluk temeline dayanır. Duygu ve düşüncelerde değişime ve davranışlarda sapmalara neden olur. Başlangıçta hastanın konuşması mantık düzeyindedir. Ama dikkatle incelirse sanrılardaki tutarsızlıklar belli olur.

                   Büyüklük sanrısı: “Tanrının oğluyum”, “Ben peygamberim”.

                    Kötülük görme sanrısı: “Üst komşum beni zehirlemek için her gün bana yemek getiriyor.”

Sanrılarını korumak için ciddi derecede öfkelenebilir sert ve kavgacı olabilirler.

Dağınık Tür

Düşünceleri çok bozuktur. Duygusal tepkilerinde tutarsızlıklar, uygunsuzluklar mevcuttur (yersiz ağlamalar, sırıtmalar…). Basma kalıp konuşmaları ve olaylara net ve tek tepkileri oldukça yaygındır. Dünya ile ilişkileri kopuktur, hasta kendi dünyasında yaşar. En ağır türdür.

Katatonik Tür

Genel yaş aralığı 15-25 yaştır. Bu türde motor bozukluklar baskındır. Katatonik: belirli bir durumda uzun süre hareketsiz kalınması demektir. Çoğunlukla birey dış dünyaya tepkisizdir. Yemez, içmez, uyumaz ama çevrede olanları bilir, anlar, kaydeder.

Ayrıştırılmamış Tür

Şizofreni belirtilerini gösterirler lakin belirtilerin paraid, dağınık, katatonik türlerden birisinin tanısını koyduracak biçimde ayrışmış değildir.

Kalıntı Şizofreni

Şizofrenik depreşmelerden sonra ortaya çıkan negatif belirtilerin baskın olduğu şizofrenik bozukluktur.  Hasta toplumdan kopmuştur, ilgisizdir. Hastalık hastalık olmaktan çıkmış onun için bir yaşam biçimi olmuştur.

Basit Şizofreni

Belirli bir tanı ölçüsü yoktur. Genç yaşta başlar. İlgisizlik, isteksizlik, toplumdan çekilme isteği ile kendini belli eder. Toplum değerlerine ve aile beklentileri  önem vermeyen bir birey vardır. Zamanla bu durum sorumsuzluğa ve kaygısızlığa dönüşür. Aileden ve toplumdan kaçar. Genellikle sanrılarında ve hareketlerinde bozukluk görülmez.

Şizofreni Ardı Çökkünlük

Şizofrenik depreşmenin ardından birey derin bir çökkünlük hissedebilir. Karamsarlık, kendini suçlama, bunaltının şizofreni ardı çökkünlüğe işaret ediyor olabilir.

Şizofreniye Benzer Bozukluklar 

Paranoid bozukluk

Duygudurum bozuklukları

Şizoafektif  bozukluk

Bunama

Obsesif-kompulsif bozukluk

Paranoid Bozukluk

Para: yandan, noia: bilme, düşünme kelimelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulan bir terim olan Paranoya ilk olarak Kahlbaum (1863) tarafından kullanılmıştır. Bu ruhsal rahatsızlık Kahlbaum tarafından mantıklı, düzenli sanrılarla, süregen bir gidişat gösteren bir hastalık olarak belirtilmiştir. Ancak hastalığa bugün halen geçerli olan kullanımını veren kişi Kraeplin olmuştur. Kraeplin’e ait tanım doğrultusunda paranoya; birbiriyle bağlantılı, nonbizar(acaip olmayan) sanrılarla giden, süregen ancak buna karşın yıkıma yol açmayan bir bozukluktur. Paranoid şizofreni ile paranoya arasındaki ayrımı literatüre kazandıran isim ise Bleuler olmuştur.

Duygudurum Bozuklukları

Eski din kitapları ile Yunan ve Latin yapıtlarının bildirdiği kadar eski bir geçmiş dönemden itibaren ağır çökkünlük ve mani dönemleri geçiren bireylere dair yazılara rastlamaktadır.

Melankoli teriminin ilk kez Hipokrat tarafından (İ.Ö.V. yy) kullanıldığı bilinmektedir. Günümüzde endojen kökenli, yükselmiş öz kıyım riskinin eşlik ettiği ağır çökkünlük tablosu olarak bildiğimiz bu bozukluğu Hipokrat o yıllarda “kara safra” ile açıklamaktaydı.

Orta çağdaki ruhsal çökkünlük tanımlarına gelindiğinde ise İbni Sinave tarafınca sunulmuş olgu örnekleriyle karşılaşmaktayız.

19. yy’da Alman ve Fransız ruh hekimleri melankoli ve maninin farklı türlerini klinik semptomlarıyla birlikte “psikoz manyak depresif “(PMD) adı altında ele almışlardır. Hastalığın gidiş ve sonlanış sürecine dair bilgilerin tamamlanması ise Kraeplin (1896) tarafından yapılmıştır.

Tüm bunların yanı sıra Kraeplin yaş dönümü çökkünlüğünü (envolüsyon melankolisi) de tanımlamıştır.

Obsesif Kompulsif Bozukluk

Belki de insanlık tarihi kadar eski bir ruhsal bozukluk olan saplantı zorlantı bozukluğunun izlerine ve örneklerine çok eski din kitaplarında dahi rastlanmaktadır. Bununla birlikte aslında dinsel ve büyüsel törenlerin büyük oranda obsesif kompulsif bozuklukla benzer savunma düzeneklerinin işleşine sahip olduğu da bilinmektedir.

Lady Macbeth belki de bu rahatsızlığın en çarpıcı örneği olarak resmedilmiştir Shakespeare tarafından. Lady Macbeth’in yönlendirmesiyle kocasının işlediği cinayetin ardından Lady’de suçluluk duygularına paralel ruhsal kirlenmişliğin çocuksu bir biçimde (anal döneme dönerek) tekrarlı el yıkama kompülsiyonlarıyla giderilmeye çalışıldığı görülür. Cinayeti doğrudan işleyenin o olmamasına karşın “bu işte bir elinin” olması ruhsal rahatsızlıklarda sembolizasyonun kan kırmızısı kadar canlı bir ifadesidir. Lady Macbeth’in “Arabistan’ın bütün kokulu sabunları getirilse dahi bu elin kiri temizlenmez” nidası ancak buna karşın ellerini durmaksızın yıkamaya devam edişi ambivalansın en güzel örneklerinden biridir. Belki bütün kokulu sabunlar gelse bu kiri temizleyemezler tıpkı bütün ruh sağlığı uzmanları bir araya gelseler dahi insan ruhunu bir sanatçının yalın ancak bir o kadar da apaçık anlatımıyla ortaya koyamayacakları gibi.

20.yy’ın başlarına gelindiğinde Fransız ruh hekimi Pierre Janet tarafından fobiler ve saplantı zorlantı bozuklukları bir çatı altında toplanarak tüm bu ruhsal görüngülere “psikasteni” adı verilmiştir. Janet psikastenin açığa çıkma sebebi olarak istenç, irade zayıflamasını görmekteydi.

Freud ise bu konuda Janet’ye katılmamış, fobilerdeki ve obsesif kompulsif bozukluktak ruhsal gerekçelerin farklı olduklarını öne sürerek bunları ayrıştırma yoluna gitmiştir.

Obsesif Kompulsif nevrozun psikodinamiği ve ruhsal kökenine dair güncel görüşler Freud tarafından ortaya koyulmuştur.

20.yy’ın sonlarına gelindiğinde ise bu hastalıkla oldukça önemli düzeyde kalıtımsal ve nörobiyolojik etkenlerin söz konusu olduğuna dair veriler elde edilmiştir.

Konversiyon ve Disosiyasyon Bozuklukları

İlkel çağlarda histeri de tıpkı diper pek çok hastalık gibi doğaüstü güçlerin etkisine bağlanmaktaydı. Hipokrat bu hastalığın doğaüstü güçlere dayanmadığını belirtmiş ve ona Yunanca’da rahim anlamına gelen hysteron sözcüğü kökenli histeri adı verilmişti. Hipokrata göre histerik semptomlar doyuma ulaşmamış rahmin kadın bedeninde dolaşması sonucu bedenin başka bir bölgesine yerleşmesine bağlıydı.

Orta çağ Avrupasında hüküm süren dogmatik inançlar nedeniyle diğer pek çok hastalığın yanı sıra ruhsal bir hastalık olan histeri de şeytana tutulma ile açıklanmaya çalışılmış ve sözde şeytana tutulmuş histrionik bireyler büyücü olarak yaftalanmıştır. Ne yazık ki o dönemlerde Avrupa’da yaşamakta olan pek çok şizofren, duygudurum bozukluğu ve histeri hastası büyücü kisvesi altında diri diri yakılarak öldürülmüştür.

17.yy sonrasına gelindiğinde histerinin yeniden bir hastalık olarak ele alındığı görülmektedir. Yaşadığı dönemde hatırı sayılır bir üne sahip olan İngiliz hekim Sydenham 18.yy’ın tüm süregen hastalıkları arasında en sık görülenin histeri olduğunu belirtmiştir. Aslında bunun en başta gelen gerekçelerinden biri 19.yy’a dek geçen süreçte birçok organik hastalığın psikonevroz ve histeri başlıklarının altında değerlendirilmesiydi.

Histerinin oluşum sürecinde ruhsal-toplumsal süreçlerden ilk bahsi açanın Robert Carter isimli bir ingiliz olduğu bilinmektedir. Carter histeri tanımlamasını yaparken; labilite(duygusal oynaklık) ve hasta öyküsünde travmatik olayların varlığı ile bu olaylara ilişkin duygu ve düşüncelerin gizlenmesine dair hasta eğilimini sıralamıştır.

Paul Briquet (1859)’nin histerinin klinik belirtileri üzerine oldukça geniş çaplı çalışmalar yaptığı bilinmektedir.

19.yy’ın ikinci yarısına gelindiğinde ünlü Fransız nöroloğu Charcot’nun ilgisinin histeri üzerine yönelmesiyle histerinin altın çağı başlamış oldu. Charcot, histerinin kadınlara özgü bir hastalık olmaktan öte erkeklerde ve hatta çocuklarda dahi görülebileceğini, ruhsal bir rahatsızlık olduğunu belirterek, hipnoz ile histerik belirtilerin ortaya çıkarılabileceğini ileri sürmüştür.Ancak histeri konusundaki güncel verilerimize baktığımızda bu bilgilerin çoğunu Charcot’dan değil onun etkisiyle ve onun ardından çalışmalar ve kuramlar ortaya koyan Bernheim, Babinski, Janet ve Freud gibi isimlerden edinmekteyiz.