İnsanoğlu olarak bizler sevgi ister, onun açlığını çekeriz. Genellikle sevgi ve aşkın tamamen rastlantısal ve eğer şanslıysak elde edebileceğimiz bir “hediye” olduğuna inanırız. Sevginin çaba harcayarak önem göstererek öğrenilebilen, üretilebilen bir şey olabileceği fikri aklımızın ucundan geçmez. Sevgiyi bir nesne sorunu olarak görür, bir yeti sorunu olduğunun farkına varmayız. Bu nedenle kimimiz kendini umutsuzca hayallerindeki aşkı sevgiyi aramaya adar, kimimiz de tamamen boş verip “akışına bırakarak” umarsızca şansın bir gün kapısını çalması ve ona hayallerini getirmesini bekler.
Çağdaş toplumun gelişim tarihçesine bakmak bu konuyu daha iyi anlamamızı sağlayabilir. Geçmiş geleneksel toplum yapılanmalarına baktığımızda sevginin çoğunlukla kendiliğinden ortaya çıkan ve evlilikle son bulan bir durum olmadığını görürüz. Aksine evlilikler toplumsal görüşler doğrultusunda; aileler arasında ya da görücü yolu ve benzer şekillerde gerçekleştirilmekteydi. Kişiler önce evlenir, daha sonra aralarında duygusal bir yakınlığın oluşmasını, sevgi bağının büyüyüp gelişmesini beklerdi. Ancak son birkaç kuşaktan bu yana özellikle Batı toplumlarında romantik sevgi dediğimiz, sevginin emek verilip çaba harcanarak ortaya çıkarılan değil hazır şekilde bulunan olduğu görüşü yayıldı. Eski zanaatçıların elinden çıkan, sahibiyle birlikte yaşlanan, oymalı ahşap mobilyalar yerini pratiklik ve ucuzluk vadeden ikea mobilyalara bıraktı.
İlgi çekici biçime ruhsal dünyamız toplumsal ekonomi sistemiyle elele üretim odaklılıktan tüketim odaklılığa bir geçti. Çağımızın insanı artık mutluluğu satın alabileceği her şeyi alarak, başarıyı ise sattığı ürün her neyse onu en yüksek değerden satarak buluyor. Bu görüş hayatımızın tümüne yayılmış durumda. Modern insan, diğer insanlara sahip olmaktan keyif duymayı beklediği bir ürün, sahip olmayı umduğu ötekiyle birlikte gelecek olan bir eşantiyon olarak bakıyor.