Modern Kadının Aşkı “Bağımsızlık”

“Yalnız olmaktan nefret ediyorum. Keseli hayvanlar gibi, bir başkasının derisinin altında yaşamak isterdim. Emniyette olmayı, sıcak, bakılıp gözetiliyor olmayı, havadan, hatta yaşamdan daha çok istiyorum.”

Kadınlar olarak bizler doğduğumuz günden beri bir takım sözler denizinin içine düşeriz. Yetişme tarzımıza dair herşey, yaradılış hikayeleri, masallar ve çizgi filmler başta olmak üzere, bir başkasının parçası olacağımızı (hatta ilk başta parça olduğumuzu sonra koptuğumuzu), ölene kadar mutlu bir evlilikle korunacağımızı, destekleneceğimizi bize söyler durur.

Öte yandan modern ve “özgür” dünyanın billbordlarında “kendi ayaklarının üzerinde dur!” “özgür ol!” bağımsız ol!” sloganları neon ışıklarla yanıp sönüyor. “Artık büyü ve sığınacak kanat aramayı kes!”

Özgürlük korkutucudur. Bu durum herkes için böyledir. Ancak söz konusu biz kadınlar olduğunda sanki daha da bir korkutucudur. Özgürlük Amerika’dır. Bahsettiğim şey bugünün özgür Amerika propagandasından çok uzakta, bahsettiğim şey 1492 yılı öncesi Amerikası. Özgürlük kadınlar için yalnızca sorumluluk anlamı taşımaz, aynı zamanda bilinmeyen, henüz keşfedilmeyendir. Dolayısıyla lütuf olarak sunulan modern kadın imajı aynı zamanda korkutucudur. Kadının özgürlüğü o kadar bilinmeyendir ki, özgür kadın erkek için de korkutucudur!

Tam ilerleme fırsatınızı gerçekten bulduğunda yüzyılların üzerine inşa ettiği cam tavanı deldiğinde bir kadın neden geri çekilir? “Çünkü kadınlar, korkuyu göğüsleyip aşmaya alışık değildir. Küçük yaşlardan itibaren bizi korkutan şeylerden kaçınmaya, yalnızca kendimizi rahat ve emniyette hissetmemizi sağlayan şeyler yapmaya özendirildik. Aslında özgürlük için değil tam tersi bağımlılık için eğiltik.” şeklinde bir açıklama anlaması güç soyut bir tabloyu açıklayan cazip bir yorum gibi karşımızda dikiliyor. Ama o yalnızca cazip bir yorum. Psikanalitik bilgiyle şöyle ya da böyle temas halinde olanlar bilir ki, bilinçdışı sembollere dair ilk yorum, ilk açıklama zihnin gerçeği gizlemeye çabasının nafile bir örneği olmaktan öteye gidemez. Yapılan bu açıklamayı da cezbedici ancak kolaycı buluyorum. Meselenin “daha insan” bir noktası var.

İnsan yavrusu olarak hepimiz dünyaya eksik geldik. Hatta en eksik biz geldik. Doğaya birazcık baktığınızda ne demek istediğimi anlamanız vaktinizi almayacaktır. Bir hayvanın yavrusu dünyaya doğar ve yaşamaya başlar. İnsanyavrusunun doğması gereken yer annenin kucağıdır. Altıncı aydan önce dünyanın varlığı söz konusu bile değildir.

En temel özelliği eksikliği olan bir canlının en temel korkutusunun terk edilmek olması kimseyi şaşırtmayacaktır. Eksiksem, hayatta kalmak için ötekinin bakımına ihtiyaç duyarım. Ötekinin her gidişi benim ölümle burun buruna gelmem anlamına gelir. “Yalnızlık ölümden beter!”.

Bu noktada kadına geri dönebilmek için insan yavrusuna tekrar farklı bir açıdan bakmamız gerekir. Hem erkeğin hem kadının dünyayla ilk teması, ilk sevgi üssü annedir. Oğlan çocuğunun sevgi yatırımı annede kalmaya devam ederken bunun üzerine arzu yatırımını ekler. Bu noktada erkek çocuk için yol haritası dümdüzdür “anneyi ( reel anne değil temsil eden kast edilmektedir) elde etmek istiyorsan ya babayı alt et”. “İsyan et ve savaş.”. Kız çocukta ise işler farklıdır. Sevgi nesnesi anneyken arzu nesnesi baba olacaktır. Ama burada bir sorunla karşı karşıya kalırız “Babayı istiyorum ama anneyi alt edersem bana kim bakım verecek?”. Kız çocuğu bu nedenle “anne gibi olma arzusuyla anneyi yüceltme” zırhı altına gizler aşkını. Onurlandırdığı anne iken arzu ettiği babadır. Bu noktada Freud’un “Bir insan bir yere bakıyorsa orada ilgilendiği bir şey vardır. Bir insan bir yere hiç bakmıyorsa, orada ilgilendiği bir şey kesinlikle vardır.” sözü en çok kadınlar için geçerlidir. Bu nedenle kadınların aklı dolambaçlı çalışır, gizli kapaklı işler yürütebilirler. Gizlemeye eğilimi ve dolaylılığa “sinsilik” demek tüm kadınları lanetleyip binlerce lilith yaratmak kolaydır. Zor olan bunun kadının yaşamda kalma yolu olduğunu görmektir.

Olaya bir de klasik annenin (alternatif bağımsız yapıları dışlamak için klasik diyorum) cephesinden bakalım. Dünyaya eksik gelen bir varlık penis eksikliğinden çok daha önce varolan insani eksiklikten söz ediyorum. Sonra bir de penis/erk eksikliği olduğunu fark edip onun acısıyla yanıyor. Yıllarca kendisine bir nefes alanı yaratmak için uğraşıyor ve toplumun işaret ettiği güç edinme yolu olan bir erkekle eksikliğini gidermeye mümkünse bir de ondan çocuk sahibi olup erkine erk katmaya çalışıyor. Adamla evlendi, çocuğu yaptı, tam “Oh, rahata kavuştum artık.” dediği noktada onunla rekabet eden güç kaynağının ilgisini, yatırımını üzerine çekmeye başlayan bir kız çocuğuyla baş başa kaldı. Şimdi ne olacak? Bu annenin yapacağı bilinçdışı en kestirme adım, kızını “anneye olan ihtiyacına” ikna etmek, desteksiz kalırsa mahvolacağını belletmektir.

Kadın yandan annenin zulmünden korunmak için anneye boyun eğer öte yandan toplumsal dilin dayattığı babanın, arzu edilenin yasasına. O isyan edip arzularını eyleme koymayı değil, bastırmayı ve hatta baskılamayı öğrenmiştir. Bağımsızlık o nedenle korkutur kadını. O nedenle çalışan kadın şuçluluğu vardır. Aslında kadın suçluluğu vardır. Kadının annenin “Bana bağımlı ol!” emrine karşı gelişinin suçluluğudur bu.

Bu noktada denebilir ki “iyi de söz ettiğin çalışan kadın büyüdü, çoluk çocuk iş sahibi oldu, annesine ihtiyacı kalmadı ki!” Çok doğru fiziki anneye ihtiyaç kalmadı. Ancak en başından beri kast ettiğimiz anne, anne yerine geçendir. Yani bakım veren, başını okşayan, yemeğini yedin mi, toplantın nasıl geçti diyendir. Çoğu zaman bağımsız kadınlar görürüz, annelerinin onlar için belirlediği sınırı geçeli çok olmuş “Doğduğum ev kaderim falan değildir” diyen, buna rağmen anne yaşıyorsa onun iyi geçinmeyi bile beceren kadınlar. Sonra o kadınlar eşleri/partnerleri ile olan kavgalarına bakarız ve “Ne kadar mutsuz olduğumu fark etmedin!”(oysaki sözsüz iletişim yalnızca anne-bebek arasında mümkündür), “Beni bugün hiç aramadın!” (Oysaki özlemdir sevgilinin arama ihtiyacını doğuran iş yerindeki sorunları dinleme ihtiyacı değil), “Arabamın bakımını yaptırmayı unuttun!” (Oysaki araba senindir) diyip eşlerinden/partnerlerinden yaratmaya çalıştıkları anne ile amansız kavganın sürdüğünü görürüz. Karşı tarafı suçlamak da suçluluğun yansıtılmasından başka birşey değildir. Yansıtsak da pek fark etmez döner dolaşır yine bizi bulur suçluluk, “Annemi dinlemeliydim, bunun adam olmayacağı belliydi!” kılığında.

Görüldüğü gibi ne kaçabiliyoruz, ne vazgeçebiliyoruz bağımsızlık ve bağımlılıklarımızdan. Bağımsızlık bizim hem arzumuz hem korkumuz, yani aşk nesnemiz!

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *